İthaf
Bu hikâye,
sadece nasıl oynanacağını değil,
nasıl beklenmesi, nasıl saygı duyulması, nasıl kaybedilmesi gerektiğini öğretenlere…
Taş dizmeyi bir sabır işi,
oyunu bir karakter meselesi haline getirenlere…
Ve özellikle,
bir hamleyle değil,
bir bakışla öğreten bütün eniştelere.
Teşekkürler.
Önsöz
Bazı oyunlar vardır ki, sadece eğlence için oynanmaz.
Taşlar tahtaya dizildiğinde, geçmiş ile gelecek karşı karşıya gelir. Her hamle, bir karakterin yansıması olur. Sabırlı olan, öfkesini yenen, zamanı doğru kullanan kazanır — tıpkı hayatta olduğu gibi.
Bu küçük hikâye, bir dama turnuvasından fazlasını anlatıyor. Nesillerin buluşmasını, saygının sessiz dilini, rekabetin terbiyeli halini…
Ali Ekrem’in gençliği, Habib Enişte’nin tecrübesi ve Ömer Faruk’un heyecanı, hepimize tanıdık duygular fısıldıyor. Çünkü her birimiz, hayatın farklı bir oyununda taşları diziyoruz.
Bu hikâyeyi yazarken dama tahtasının başında oturan herkesin iç dünyasını, hamleler kadar duyguları da anlatmaya çalıştım. Kazananın sadece sayı değil, anlayışla belirlendiği bir oyunu…
Ve elbette, her oyun gibi bunun da sonunda öğrenilecek bir şeyler var.
Bu satırlar, dama oynayanlara değil, hayatı oynayanlara…
—Yazar
Bölüm 1: Taşların Sessiz Savaşı
Yaz sonunun o ağır ama huzurlu ikindisiydi. Bahçedeki ceviz ağacının gölgesine serilen eski masa, yıllardır nice dama maçına tanıklık etmişti. Tahta, biraz yıpranmıştı ama her çizik, her leke ayrı bir hikâye anlatıyordu. O günse, masa yeni bir hikâyeye daha ev sahipliği yapacaktı.
Ali Ekrem, tahtanın başına ilk geçen oldu. Sakin, kendine güvenen bakışlarıyla taşları dizdi. Her taşı yerleştirirken adeta içinden konuşuyordu: “Bu oyun kolay olmayacak, ama kazanacağım.” Yanına az sonra Ömer Faruk geldi. Güneş gözlüğünü alnına itti, eliyle saçını geriye attı, klasik rahat tavrıyla sordu:
— Hazır mısın?
Ali Ekrem gülümsedi, gözlerini tahtadan ayırmadan:
— Hep hazırım.
Oyun sessizce başladı. Taşların tahtadaki tıkırtıları, sanki kalp atışlarını duyurur gibiydi. Ömer Faruk hızlı başladı. Her hamlede bir hesap, her adımda bir plan vardı. Ama Ali Ekrem sabırlıydı, acele etmiyor, rakibinin açığını bekliyordu.
İlk on beş dakika boyunca oyun başa baş gitti. Her iki taraf da taş kaybetmedi. Ama bir an geldi, Ömer Faruk küçük bir hata yaptı — sağ çaprazdaki taşını ileri sürdü, düşünmeden. Ali Ekrem’in gözleri parladı. Sessizce hamlesini yaptı ve rakibinin taşını aldı. Ardından bir hamle daha. Ve bir taş daha.
Ömer Faruk başını iki eli arasına aldı, hafifçe gülümsedi:
— Yine aynı yere düştüm.
Ali Ekrem karşılık verdi:
— Planlamadığın bir hamleyi yaptığın anda oyun senin elinden kayar.
Maç on dakika sonra sona erdi. Ali Ekrem galibiyetle tahtadan kalkarken, uzaktan Habib Enişte’nin gelişini gördüler. Şapkası eğik, gözlerinde eski bir ustanın dinginliğiyle yürüyordu. Her adımında geçmiş turnuvaların deneyimi vardı. Ali Ekrem’in bakışları ciddileşti. Artık esas maç başlayacaktı.
Ama bu başka bir sayfanın konusuydu.
Bölüm 1: Taşların Sessiz Savaşı (Devamı)
Habib Enişte, tahtaya yaklaşırken yüzünde alışılmış bir tebessüm vardı. Bu gülümsemenin altında yılların birikimi, nice zaferin ve birkaç unutulmaz yenilginin izleri saklıydı. Yavaşça sandalyesine oturdu, bastonunu kenara koydu ve taşlara şöyle bir baktı.
— Bakıyorum da gençler hâlâ taş diziyor, dedi gülerek.
Ali Ekrem ciddi bir ifadeyle:
— Taş diziyoruz ama senin gibi söküp atanlardan değiliz.
Bu lafın altında dostça bir rekabet vardı. Habib Enişte başını salladı, belli belirsiz gülümsedi. Ardından siyah taşları kendine çekti. Oyun başlamak üzereydi.
İlk hamleyi Ali Ekrem yaptı. Sanki bu hamleyle sadece taş değil, geçmişin gölgesini de ileri sürdü. Habib Enişte karşılık verirken gözlerini kısmıştı; Ali Ekrem’in oyun tarzını iyi bilirdi. Acele etmeyen, açığını kollayan bir oyuncuydu. Ama o, saldırgan bir stilin ustasıydı. Ne zaman geri çekileceğini, ne zaman bastıracağını çok iyi bilirdi.
Dakikalar ilerledikçe maç, adeta bir satranç havasına büründü. Taşlar tahtada dans ediyor, her hamlede bir zeka savaşı veriliyordu. Seyredenler –ki bahçede birkaç komşu ve Ömer Faruk toplanmıştı– nefesini tutmuştu.
On beşinci dakikada ilk taş alındı. Habib Enişte’nin gözünden kaçan ince bir hamleyle Ali Ekrem köşeden bir taş düşürdü. Ama bu avantaj uzun sürmedi. İki hamle sonra Enişte karşı atağa geçti ve taşını kaptıran Ali Ekrem oldu.
Denge… Sanki oyun hiç başlamamış gibi.
Yirmi dakika sonra tahtada kalan taş sayısı azalmıştı ama galip henüz belli değildi. İki oyuncu da birbirini iyi tanıyordu. Her hamlede yılların birikimi, her kararın altında bir anı gizliydi.
Sonunda… Maç ilk beraberlikle sonuçlandı. Her ikisi de elini uzattı. Tokalaşırken Ali Ekrem gülümsedi:
— Bu sadece başlangıçtı, Enişte.
Habib Enişte göz kırptı:
— Tahta soğumadan bir el daha.
Ve öyle de oldu. İkinci karşılaşma çok daha çetin geçecekti…
Bölüm 2: Tahta Isındıkça
İkinci maç başlamadan önce kısa bir sessizlik oldu. Tahta yeniden dizildi, taşlar yerini aldı. Ceviz ağacının gölgesi biraz daha uzamış, hava serinlemeye başlamıştı. Ama masa başında hava tam tersiydi — gerilim sıcaktı, taşların her biri sanki bir ağırlık taşıyordu.
Habib Enişte gözlerini tahtadan ayırmadan konuştu:
— Biliyor musun Ali Ekrem… Senin bu sabrın, bana gençliğimi hatırlatıyor. Ama sabırla oynayan çok, kazanan az.
Ali Ekrem gözlerini kıstı, hafifçe başını salladı. Bu, “Gerekeni yapacağım” demekti. Lafla değil, hamleyle cevap verenlerdendi.
Maç başladı.
İlk hamlelerde sessizlik hâkimdi. Seyirciler –Ömer Faruk dahil– kıpırdamıyor, gözlerini tahtadan ayırmıyordu. Herkes bir şeyin farkındaydı: Bu oyun, bir rekabetten fazlasıydı. İki nesil, iki anlayış, iki tarz karşı karşıyaydı.
Ali Ekrem bu kez daha temkinliydi. İlk oyundaki açıklarını kapatmış, Enişte’nin hızlı saldırılarını karşılamak için savunmayı sıkı tutmuştu. Ama Habib Enişte kolay çözülmezdi. Önce taşları sıkıştırdı, sonra bir boşluk bulur bulmaz köşeden sızdı. Ali Ekrem bu hamleyi fark ettiğinde taş çoktan düşmüştü.
— Güzel yakaladın, dedi Ali Ekrem, bir taşını kenara alırken.
— Bu sadece ilk, cevabını verdi Enişte. Gözlerinde kıvılcım vardı.
Maç ilerledikçe her iki oyuncu da küçük küçük kazançlar elde etti, ama denge sürekli değişti. Öyle bir an geldi ki, tahtada sadece üçer taş kaldı. İki taraf da birbirini kitlemişti. Her hamle ya aynı çizgiye dönüyor ya da rakibine fırsat veriyordu.
Ve sonunda… maç tekrar berabere bitti.
Sessizlik bozuldu. Ömer Faruk şaşkınlıkla başını salladı:
— İnanılmaz… Sanki birbirinizin aklını okuyorsunuz.
Ali Ekrem gülümsedi:
— Belki de artık taşları değil, birbirimizi oynuyoruz.
Habib Enişte araya girdi:
— Üçüncü oyunda ip kopar. Orada ya geçmiş kazanır ya gelecek.
Ve böylece karar oyunu için taşlar yeniden dizilmeye başlandı. Bu kez kimse konuşmadı. Güneş batmaya yakın, ama ışık hâlâ yeterliydi.
Bu maç, her şeyin sonu olacaktı.
Bölüm 3: Son Hamle
Taşlar son kez dizildi.
Güneş, ceviz ağacının arkasına doğru eğilirken gölgeler uzadı, hava serinledi. Bahçedeki herkes sustu. Hatta rüzgar bile o an dinmiş gibiydi. Bu yalnızca bir oyun değildi artık — bu, bir sınavdı. Sabır mı kazanacaktı, tecrübe mi?
Ali Ekrem ilk hamlesini yaptı. Elinin titremediğini görmek Habib Enişte’yi şaşırtmadı, ama hoşuna gitti. Rakibine saygısı vardı, hem de büyük bir saygı. Ama saygı, geri adım attırmazdı.
İlk on dakika dengede geçti. Her iki oyuncu da hata yapmaktan kaçındı. Taşlar ileri gitti, geri geldi. Sanki dans ediyorlardı, ama bu dans, sonunda birinin canını yakacaktı.
On ikinci dakikada Ali Ekrem beklenmedik bir hamle yaptı. Normalde alışık olunmayan, riskli bir çapraz geçiş… Habib Enişte bir an durdu. Elini çenesine koydu, tahtaya uzun uzun baktı.
Bu bir tuzak mıydı?
Eğer taşını sürerse, Ali Ekrem’e açık verebilirdi. Ama geri çekilirse, baskıyı kaybedecekti. Ve ilk kez maç boyunca, Habib Enişte duraksadı.
İşte o an, Ali Ekrem’in aradığı andı.
Rakibini kararsız bırakan hamle, aslında çok önceden planlanmıştı. Sadece bir taşla değil, birkaç hamlelik geleceğiyle birlikte örülmüştü.
Habib Enişte taşını oynadı. Risk aldı. Ama bu kez risk, ödül değil ceza getirdi.
Ali Ekrem hiç tereddüt etmeden hamlesini yaptı. Bir taş aldı, sonra bir daha. Tahtada denge kırılmıştı. Artık üstünlük genç oyuncudaydı. Seyirciler kıpırdanmaya başladı.
Ömer Faruk ayağa fırladı:
— Bu hamle… Bu hamle oyunu bitirir!
Ve öyle oldu.
Beş dakika sonra Habib Enişte taşlarını topladı. Yüzünde bir hayal kırıklığı yoktu. Aksine, hafifçe başını sallayarak, gözlerinde gülümsemeyle söyledi:
— Kazandın. Hak ettin.
Ali Ekrem sessizce elini uzattı. Tokalaştılar. Ama bu bir veda değil, bir devir teslimiydi.
Bahçede alkışlar yükseldi. Turnuvanın galibi belliydi: Ali Ekrem.
Ama asıl zafer, dama tahtasında değil, nesiller arasında kurulmuş saygı köprüsündeydi.
Habib Enişte bastonuna yaslanarak uzaklaştı. Arkasından bakarken Ömer Faruk sordu:
— Enişte üzülmedi mi sence?
Ali Ekrem gülümsedi:
— Bir usta, yenilince değil; oyunu anlamadan kaybederse üzülür. O her hamleyi gördü. Ve kabul etti.
Tahta sessizdi. Ama taşlar, o gün yeni bir hikâyeyi çoktan yazmıştı.