Boşlukta Yankılanan Çağrı

Hikaye

O gün, kalabalığın içinde bir kadın dikkatini çekti. Gözleri boşluğa bakıyor, dudakları kıpırdamasa da ruhu çığlık çığlığa haykırıyordu. İnsanlar yanından geçiyor, kimse onun taşıdığı yükü göremiyordu. O ise bir an durdu, yönünü o kadına çevirdi. Çünkü onun bakışında, ilahi bir davetin izleri vardı. Merhametle yaklaştı, yargılamadan, acele etmeden, sadece dinleyerek.

Kadın başını eğmişti. “Bende bir sorun var,” dedi kısık bir sesle. “İçimde bir boşluk var, dolmuyor.”

O, tebessüm etti. “İçindeki boşluk, senin en derin hatırandır. Orası, Rabb’ine ait bir alandır. İnsan, o boşlukla yaratıldı ki O’nu arasın.”

Kadın ağlamaya başladı. “Herkes hasta olduğumu söylüyor. Günlerdir ilaç içiyorum, ama kendimi kaybediyorum.”

O, kadının elini tuttu. “Sen hasta değilsin. Sadece çok uzun zamandır susturulmuşsun. Kalbin konuşmak istiyor ama herkes onu bastırmak için uğraşıyor. Oysa hakikat bastırılmaz, çağrılır.”

Kadın, ilk kez duyduğu bu sözlerle bir sarsıntı yaşadı. Gözyaşları arınmaya döndü. “Ne yapmalıyım?” diye sordu.

“Hatırla,” dedi o. “Kim olduğunu, neden yaratıldığını, niçin bu kadar incindiğini hatırla. Kalbini ilaçla değil, hakikatle tedavi et. Teslimiyet korkaklık değildir; en büyük cesaret, en büyük diriliştir. Sabretmek beklemek değil, hikmetle yürümektir. Ruhunun konuşmasına izin ver. Şifayı insanlarda değil, Yaratan’da ara.”

Kadın uzun bir sessizliğe büründü. Gözleri doluydu ama bu kez umutla. “Beni kimse böyle dinlememişti,” dedi.

O, uzaklaşmadan önce son kez konuştu:
“Sen özüne dönersen, dünya da seninle değişir. Artık senin için karanlık yok. Çünkü içinde yeniden yanan bir ışık var.”

Ve yürüyüp gitti. Ardında bir kadın bıraktı; gözleri hâlâ yaşlı ama artık feryat değil, secde için dolu.


“Karanlık zannedilen boşluk, aslında hakikatin yankılandığı yerdir.”


Bölümler

1. Görünmeyen Yükler

“Bazı acılar gözle değil, kalple fark edilir.”
Kalabalığın arasında fark edilmeyen bir kadının taşıdığı derin yükle yüzleşmesi.


2. Sessiz Feryatlar

“Dudaklar susar, ruh haykırır.”
Ruhun dile gelmeyen çığlıklarının aslında bir çağrı oluşu.


3. Gören Bir Göz

“Herkes geçer, biri durur.”
Merhametle yaklaşan bir yüreğin, çaresizlik içinde kıvranan bir kalbi fark etmesi.


4. Boşluğun Sırrı

“İçimizdeki boşluk, en kadim hatıradır.”
İnsanın içinde hissettiği eksiklik duygusunun, ilahi bir hatırlayış vesilesi olduğu gerçeği.


5. Hastalık mı, Susturuluş mu?

“Bazen teşhis, hakikati örter.”
Modern anlayışın her hissi hastalığa dönüştürerek bastırdığı ruhsal gerçeklik.


6. İlaç Değil, Hakikat

“Kimyasal değil; kelâm şifa verir.”
İnsanın iç dünyasının kimyasal reçetelerle değil, anlamla iyileşeceği vurgusu.


7. Dinlemek Bir Merhamettir

“Dinlenmeyen kalpler, susarak bağırır.”
Yargılamadan, sadece dinleyerek bir insanın yeniden hayat bulmasına vesile olmak.


8. Hatırlayışla Dirilmek

“Kendini hatırlamak, Rabb’ini hatırlamaktır.”
Kadının kendi özünü ve yaradılış gayesini hatırlamasıyla başlayan içsel diriliş.


9. Teslimiyetin Işığı

“Teslimiyet zayıflık değil; kalbin secdeyle güçlenmesidir.”
Gerçek şifanın, Allah’a yönelişte ve tevekkülde saklı olduğu.


10. Gözyaşından Secdeye

“Feryatla dolan gözler, sonunda secdeyle dolar.”
Kadının umutsuzluk içindeki ruh hâlinden, secdeye yönelen yeni bir uyanışa geçişi.

İthaf

Bu hikâyeyi;

Kalabalıklar içinde görünmeyen çığlıklar atanlara,
İçindeki boşluğu bir arıza sananlara,
Hastalık denilerek susturulan duygulara,
Kimlikleri reçetelere indirgenen ruhlara,
Ve hakikati hatırlamak için cesaret eden herkese ithaf ediyorum.

Bu satırlar; bir kadının değil, her insanın içinde yankılanan o ilahi çağrının izini sürenler içindir.
Çünkü bazen bir söz, bir kalbi diriltir.
Ve bazen bir diriliş, bir ümmete ışık olur.

Unutulmuşlara, susturulmuşlara ve hâlâ arayanlara…

Önsöz

Bu hikâye, bir kalbin sessiz feryadına kulak vermekle başladı. Kalabalıklar içinde kaybolmuş bir ruhun, görünmeyen ama derinden hissedilen çığlığına… Modern çağın teşhisleri arasında sıkışmış, içine boşluklar dolmuş bir kadının, aslında hasta değil; unutturulmuş, susturulmuş biri olduğunu fark edişiyle devam etti.

Bu yazı, yalnızca bir anlatı değil; ruhun, hakikati yeniden hatırlayışının sade bir kaydıdır. Bugün birçok insan, içindeki boşluğu bir bozukluk zannediyor. Halbuki o boşluk, Yaradan’ın kuluna bıraktığı en derin işarettir. İlaçların susturduğu duygular, terapilerin unutturduğu tevekkül, sistemin bastırdığı teslimiyet… Tüm bunların gölgesinde insan, kendini unutarak kayboluyor.

Ama biri durdu. Gördü. Dinledi. Ve sadece birkaç kelimeyle bir hayatı yeniden uyandırdı. Çünkü bazen bir bakış, bir söz, bir dokunuş; yılların susturduğu kalbi konuşturur.

Bu hikâyede anlatılan, sadece bir kadının dönüşümü değil; her insanın içinde saklı olan o hakikat çağrısına cevaptır. Kendi içindeki boşluğu anlamaya cesareti olan herkes için bir hatırlayıştır bu.

Çünkü mesele eksik olmak değil, unutmaktır.
Ve her hatırlayış, bir diriliştir.

1. Görünmeyen Yükler

“Bazı acılar gözle değil, kalple fark edilir.”

İnsan kalabalıkları içinde yürüyen yüzler vardır; omuzlarında hiçbir şey yokmuş gibi görünür ama aslında ruhları ağırlık altında ezilmektedir. Gözler dolmamıştır, sözler dökülmemiştir, çığlıklar duyulmamıştır. Ama içte, sarsıcı bir yorgunluk, tarif edilemeyen bir sızı birikmiştir. Ne bir teşhis koyulabilir, ne de bir açıklama yapılabilir. Çünkü bu yük, ne bir röntgende çıkar, ne bir test sonucunda görünür. Bu yük, kalple hissedilir; sadece kalple.

O gün, böyle bir yük taşıyan bir kadın vardı. Yüzü yorgundu ama kırışıklıkları yaşlılıktan değil, zamansız yitirişlerdendi. Omuzları düşük, adımları yavaştı. Ne gidecek bir yeri vardı ne de duracak bir yeri. İçinde tanımlayamadığı bir boşlukla yürüyordu. İnsanlar yanından geçip gidiyor, kimse onun halini fark etmiyordu. Kalabalığın içinde yapayalnızdı. Gözleri bir noktaya takılmıştı, ama baktığı yerde değil, içinde biriken binlerce görüntüdeydi. Geçmişin hesapları, geleceğin korkuları, şimdiyle baş edemeyişi… Hepsi sessiz bir yük gibi üst üste binmişti.

Bir çöp kutusunun yanında durdu bir süre. Belki çöpe atılmış bir şey gibi hissediyordu kendini. Belki hayatın, kullanılmayacak kadar eksik ve kırık bir parçasıydı gözünde. Yüzüne vuran rüzgar bile ona yabancıydı artık. Ruhunun içi soğuktu. İçinden geçen düşünceler ise karanlık: “Ben yanlışım… Ben arızayım… Bende bir şey eksik…”

O sırada, kalabalığın içinden biri onu gördü. Gerçek anlamda gördü. Kalabalıkların körleştirdiği gözlere inat, o bakışta bir duruş, bir fark ediş vardı. Herkes geçerken o durdu. Çünkü o kadının ruhundan yükselen görünmez çığlığı duymuştu. Görünmeyen yükleri taşıyan insanların, bedeninden çok kalbini görmeyi bilen bir gözle karşılaştı kadın.

Yargılayan bir bakış değil, anlayan bir bakıştı bu. Yaklaşırken ne acele etti ne de mesafe koydu. Ne “Neyin var?” dedi ne de “Toparlanmalısın.” Sadece oradaydı. Sadece gördü. Sadece dinlemeye hazırdı.

Kadın ilk başta utanır gibi oldu. Bu kadar çıplak hissedilen bir acının, bu kadar kolay fark edilmesi ürkütmüştü onu. Ama aynı zamanda bu, ilk defa gerçekten görülüyor olmanın sarsıcı bir rahatlamasıydı.

Kalbin taşıdığı yük, bazen sadece bir çift anlayışlı gözle hafifler. Bazen bir kelime değil, sadece sessiz bir varlık yeterlidir: “Seni görüyorum. Gerçekten görüyorum.”

Kadın, o gün ilk kez gözlerinin dolmasına izin verdi. İçinde taşıdığı, kimsenin fark etmediği o görünmeyen yük; artık biraz daha hafifti. Çünkü biri, gerçekten görmüştü. Ve bazen görünmek, iyileşmenin ilk adımıdır.

2. Sessiz Feryatlar

“Dudaklar susar, ruh haykırır.”

Bazı acılar kelimelere sığmaz. Öyle anlar gelir ki, insanın dili tutulur ama içi çığlıklarla dolar. İşte o çığlıklar, duyulmazlar ama her hücrede yankılanırlar. Kalp atışları boğuklaşır, nefes alış verişler daralır. Dışarıdan sessizlik gibi görünen şey, içeride bir tufandır. Feryatlar yükselir ama bir tek kulak işitmez, bir tek göz görmez. Çünkü bu feryatlar dudaklardan değil, ruhun derinliklerinden kopar gelir.

Kadının yaşadığı tam da buydu. Konuşamıyordu. Zaten neyi nasıl anlatacağını da bilmiyordu. Çoğu zaman ağlamıyordu bile. Çünkü gözyaşlarının dahi yetersiz kaldığı bir iç boşluğun içinde yaşıyordu. Bu, bildiği bir üzüntü değildi. Ne bir kayıp ne bir olay… Bu, tarif edilemeyen, kronikleşmiş bir eksiklik hissiydi. Sanki ruhunun bir yeri boş doğmuştu ve yıllardır oraya hiçbir şey yerleşmiyordu. Ne insanlar, ne işler, ne eğlenceler… O boşluğu dolduracak hiçbir şey yoktu.

Ve bu boşluk, zamanla bir feryata dönüştü. Ama sessiz bir feryat. İnsan içine gömdükçe büyüyen bir yankı gibi… Geceleri uykudan uyandıran ama nedenini bilmediği bir huzursuzluk… Sabahları uyanınca içi sıkılarak güne başlama hâli… Kalabalıkların içinde nefessiz kalmak… Sebepsizce gözlerden kaçmak istemek… Bazen bir anda gelen “Burada ne yapıyorum?” hissi… İşte bunların hepsi ruhun sessiz çığlıklarıydı.

Kadın bu sessizliğin içinde kaybolmuşken, yaklaşan o kişi bir şey yaptı. Belki dışarıdan çok basit, ama içerde bir deprem etkisi oluşturan bir şey: Onu dinledi.

Bir insan konuşmasa da anlaşılabilir mi? Evet. Gözler anlatır, duruş anlatır, suskunluk bile çığlık olur. Ve o, bu dili biliyordu. Kadının hiçbir şey söylememesi, onun için yeterince yüksek bir çağrıydı. Çünkü bazı sessizlikler, kelimelerden çok daha yüksek sesle konuşur.

“İçinde bir boşluk var değil mi?” diye sormadı. “Sana ne oldu?” demedi. Onun yerine, kalpten gelen bir cümleyle cevap verdi:
“İçindeki boşluk, senin en derin hatırandır.”

Bu cümle, yıllardır bastırılan o sessiz feryada ilk kez yankı oldu. Kadın, bir anda ağlamaya başladı. Ama bu ağlama da sesli değildi. Sessizce süzülen yaşlar, içten gelen bir teslimiyetin habercisiydi. O an anladı ki, içinde feryat eden şey bir hastalık değildi. Eksiklik zannettiği şey, aslında ona verilen bir çağrıydı. O boşluk, ona Rabb’ini araması için bırakılmıştı. O eksiklik, aslında eksik değil; yönsüz kalmış bir yönelişti.

Meğer çığlıklarını kimse duymamış değilmiş. Asıl mesele, yanlış kapılarda yardım aramasıymış. Oysa ruhun feryadı, sadece Yaradan tarafından işitilir. Ve bazen Allah, seni hiç tanımadığın bir kuluyla buluşturur; sırf seni hatırlatsın diye.

Kadın artık sessiz değildi. Hâlâ konuşmuyordu ama içinde bir şeyler çözülüyordu. Yavaş yavaş, o derin sükûnetin içinden bir ışık doğuyordu. Sessiz feryat, yerini sessiz bir huzura bırakıyordu.

Çünkü bazı çığlıklar sustuğunda, hakikat konuşmaya başlar.

3. Gören Bir Göz

“Herkes geçer, biri durur.”

Kalabalıklar… Her biri kendi derdinde, kendi hızında… Adımlar birbirine karışmış, bakışlar donuk, yüzler ifadesiz. Herkesin bir yere yetişme telaşı var ama kimsenin kimseye uğrama niyeti yok. Bu devirde herkes görüyor ama kimse bakmıyor. Herkes duyuyor ama kimse dinlemiyor. Çünkü artık kalpleriyle değil, gözlerinin yetiştiği kadar yaşıyor insanlar.

Ve bu yüzden, acı çekenlerin çığlığı sessizlikte boğuluyor. İçten içe eriyenler, sanki görünmez bir pelerin giymiş gibi geçip gidiyorlar aramızdan. Kalbiyle gören bir çift göz olmadıkça, bu insanların varlığı bile fark edilmiyor.

İşte o gün… Herkes geçip giderken biri durdu.

Kadını fark eden o kişi, ne tesadüfen oradaydı ne de bu karşılaşma rastlantıydı. Onun gözleri kalple bakıyordu. Sıradan birinin göremeyeceği şeyleri görüyordu. Çünkü o, zahiri değil, derini okuyordu. Gözlerindeki boşluğu, yüzündeki yorgunluğu, yürüyüşündeki kırgınlığı… Hepsi ona çok şey anlatmıştı.

Sıradan bir bakışla görünmeyecek kadar ince detayları yakalayabilmek için, insanın içinde merhametin hüküm sürmesi gerekir. Merhamet yalnızca acımak değildir. Merhamet, yargılamadan yaklaşmaktır. El uzatmaktan önce, gönül vermektir. İşte o kişi, tam da bunu yaptı. Kadının yanına geldiğinde dudaklarında ne müdahaleci bir soru ne de akıl veren bir ifade vardı. Sadece sessiz bir anlayış, derin bir huzur ve davetkâr bir dinginlik taşıyordu.

Kadın ona ilk baktığında ürktü. Çünkü uzun zamandır böyle bir bakışa rastlamamıştı. Genelde insanlar ya aceleyle geçerdi ya da ona kırık bir bakışla “Yine mi ağlıyorsun?” der gibi bakarlardı. Ama bu farklıydı. Bu bakış, yargılamıyor, sormuyor, düzeltmeye çalışmıyordu. Sadece anlıyordu.

Anlaşılmak… İnsan bunu çok geç fark eder bazen. Ne kadar değerli olduğunu ancak yaşadığında hisseder. Kadın işte o an anladı ki, gözyaşından daha çok ihtiyacı olan şey, anlaşılmaktı.

“Bende bir sorun var,” dedi kısık bir sesle. Oysa ne gerçek bir konuşma başlatmak istiyordu, ne de acısını anlatacak bir hâli kalmıştı. Sadece içinden dökülen ilk cümle buydu. Belki de kendini en çok bu sözle tanımlamıştı yıllardır: Sorunluyum. Arızalıyım. Eksik doğdum.

Ama karşısındaki kişi ona başka bir şey söyledi:
“İçindeki boşluk, senin en derin hatırandır.”

Bir anda dünyası durdu kadının. Bu kadar kısa bir cümlede, yıllardır içinde taşınan yükün başka bir yüzünü görmek sarsıcıydı. O boşluk, bir eksiklik değil miydi? Neden bu cümle, ona bir emanet gibi hissettirdi? Neden bu bakış, onu hasta değil de unutulmuş gibi görüyordu?

Çünkü o göz, herkesin baktığı gibi bakmıyordu. O göz, kalbin gözüdür. İlahi hikmetle bakan bir göz… İnsanlara teşhis koymak için değil, içlerindeki hakikati uyandırmak için bakan bir göz…

Kadın bir anda sustu. Konuşamıyordu çünkü içindeki ses susmuştu. Ama ilk defa sessizlik korkutmuyordu onu. İlk defa biriyle sessiz kalmak, yalnız kalmak gibi değildi. Sanki biri, iç dünyasına inmiş, onunla birlikte bekliyordu. Sabırla, acele etmeden, yargılamadan…

Bir insanın en karanlık anında uzatılan bir eldir bazen hakikat. O el bir fiziksel temas değil, bir bakış, bir duruş, bir sessizlik olabilir. O gün biri durdu. Ve o kadının kaderinde bir şey değişti.

Herkes geçti. Ama biri gördü.
Ve gören bir göz, bazen bir ömre bedeldir.

4. Boşluğun Sırrı

“İçimizdeki boşluk, en kadim hatıradır.”

İnsanın varoluşunda derin, tarif edilemez bir boşluk vardır. Bu boşluk, modern çağların en büyük yanılgılarından biriyle açıklanmaya çalışılır: Eksiklik, arıza ya da hastalık. Oysa içimizde hissettiğimiz o boşluk, bize ait değildir; o boşluk aslında bizi biz yapan, varlığımızın kökenine işaret eden en derin hatıradır.

Kadın, yıllardır bu boşluğu bir kusur gibi taşıdı. Çevresinin “düzelt” dediği şeyler; ilaçlar, terapi seansları, öğütler onu daha da yorgun düşürüyordu. Çünkü boşluğu doldurmaya çalışırken, boşluğun kendisini anlamayı unuttu. Ve boşluk dolmadıkça, ruhun sancısı daha da derinleşti.

O gün, ona yaklaşan kişi yavaşça anlattı:

“İçindeki boşluk, bir kusur değil; Rabb’ine ait en kutsal davettir. İnsan, o boşlukla yaratıldı ki sadece ve sadece O’nu arasın. Bu boşluk, ne maddi şeylerle ne de dünyevi hazlarla dolmaz. Çünkü o, ilahi bir hatırlayıştır. Kadim bir çağrıdır.”

Kadın şaşırmıştı. Bunu hiç duymamıştı. İçindeki o derin hissin, var oluşunun en temel parçası olduğunu anlamak ona tuhaf geldi. “Nasıl olur?” dedi. “Boşluk, benliğimin bir parçası değil miydi? Nasıl olur da o, aslında bana ait değil?”

“Evet,” diye yanıt verdi o kişi, “o boşluk sana ait değil, O’na aittir. Senin içinde var olan, seni saran her şey geçicidir. Ama o boşluk kalıcıdır, kutsaldır, ilahidir. İnsan o boşluğu hisseder ki, Yaratan’ını hatırlasın. Bazen sesin kısılır, bazen yorgun düşersin, bazen yüreğin sıkışır; hepsi o boşluğun birer yansımasıdır.”

Kadın, yavaş yavaş anlamaya başladı. İçindeki boşluk, hastalık değildi. O boşluk, en kutsal bir davetti. Kendi içindeki o boşluk, aslında kalbine atılan en derin bir hatırlatma, ruhuna gelen en samimi çağrıydı.

“Peki,” dedi kadın, “Bu boşluğu nasıl doldurabilirim? Kimse bana anlatmadı bunu.”

“Boşluk, doldurulmaz,” diye devam etti o kişi. “Boşluk, fark edilir. Boşluk, teslim olunur. Boşluk, Yaratan’a açılan kapıdır. Doldurmaya çalıştıkça büyür, anlamaya başladıkça huzur bulur. O boşluğun çağrısına kulak ver; çünkü o çağrı, seni hakikate, hakikatin kaynağına götürür.”

Kadın, gözlerini kapattı. İçinde dalgalar halinde büyüyen o boşluğa artık başka gözle bakmaya başlamıştı. Eksiklik olarak değil, davet olarak. Karanlık değil, ışık arayışı olarak. Yalnızlık değil, buluşma yolculuğu olarak.

O boşluk, onun en derin hatırasıydı. En kadim şifaydı. Ve o an başladı gerçek uyanış.

5. Hastalık mı, Susturuluş mu?

“Bazen teşhis, hakikati örter.”

Modern zamanların ruh sağlığı anlayışı, insana sunulan en büyük yanılsamalardan biridir. Her duygu, her his, her dalgalanma hemen bir hastalık olarak etiketlenir. Gözle görülmeyen bu iç sancılar, anında kimyasallarla bastırılmaya çalışılır. Oysa asıl sorun, ruhun sesi değil, o sesi bastırmak isteyen sistemin kendisidir.

Kadın, yıllarca böyle bir dünyada yaşadı. Her hissettiği sıkıntı, ona “hasta” olarak geri döndü. “Depresyon”, “anksiyete”, “dengesizlik”… Bunlar artık günlük hayatın terimleri olmuştu. İlaçlar, tedaviler, reçeteler derken, kendini giderek daha çok kaybetmişti. Çünkü aslında derdi olan ruh değil, onu saran bu mekanizmaydı.

Bir gün, ona yaklaşan kişi şöyle dedi:
“Bazen, bir teşhis insanı iyileştirmek yerine esir eder. İnsan, kimliğini kaybeder; duyguları bir laboratuvar tanımına, ruhu ise bir ilaç kutusunun içine sıkıştırılır. Oysa ruh, reçetelere sığmaz.”

Kadın bu sözleri duyduğunda, içindeki direnç dalgası kabardı. “Peki ne yapmalıyım?” diye sordu. “İlaçlar olmadan nasıl ayakta kalırım? İnsanların söylediklerini nasıl dinlemem?”

Cevap, sakin ve derindi:
“İlaçlar kimi zaman gereklidir. Ama ilaçların ardında yatan gerçeği görmezden gelmek büyük bir yanılgıdır. Senin ruhun, ilaçların susturduğu çığlığıdır. O çığlığı anlamadan sadece sessizliğe mahkûm etmek, insanı gerçek anlamda iyileştirmez. Çünkü ruhun sancısı, bazen tedavi değil, dikkat ister.”

“Modern tıp, duygularımızı kategorilere ayırdı, sayılarla, kimyasal formüllerle kodladı. Fakat bu, insanı bir makine gibi görmektir. Oysa insanın en büyük gerçekliği, ruhudur; inancıdır; iradesidir. Ve bu gerçeklik, hiçbir laboratuvar testine indirgenemez.”

Kadın gözlerini açtı. Yıllarca bastırılan duyguları, kimsenin fark etmediği çığlıkları, artık yavaş yavaş kendi hakikati olmaya başlıyordu. “Demek ki benim derdim, hastalık değil… Susturulmuş bir ruhun çığlığıymış.”

“Evet,” dedi o kişi, “Ve bu çığlığı duyacak olan ilk kişi, sensin. Çünkü şifa, kimyasallarda değil, hakikatin kendisindedir. İlacın yerine geçmez ama tedavinin bir parçası olabilir. Ama şunu unutma: Teslimiyet, hastalık değildir; en büyük diriliştir.”

Kadın, ilk defa kendine şefkatle bakmaya başladı. Hastalık tanımları arasında kaybolan, kimliğini unutan ruhuna kucak açtı. “Artık anlamaya hazırım,” dedi. “Beni ben yapan derinliği, susturmak yerine dinlemek istiyorum.”

Ve o an, içinde yeni bir ışık yandı. Sadece suskun bir çığlık değil, aynı zamanda uyanışın ilk kıvılcımıydı.